Kitap Özetleri © 2024. Tüm hakları saklıdır.

Kitap Özetleri

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Kitap Özeti
  4. »
  5. Genetik Miras – William Landay

Genetik Miras – William Landay

kitapozet kitapozet - - 13 dk okuma süresi
20 0




Genetik Miras – William Landay

Genetik Miras: William Landay

Genetik Miras: William Landay

İyi veya kötü biri olmak kendi tercihimiz midir? Ödüllü yazar William Landay’in Amerika’Da büyük yankı uyandıran romanı, insanların suçla olan ilişkisini sorgularken, yürek burkan bir aile dramını da gözler önüne seriyor.

İnsanın Suçla İlişkisi

Akıllara durgunluk veren bu romanın çıkış noktası, suç işlemeye yönelik dengeleri sarsacak yeni bir teoriye dayanıyor. Son yıllarda suça eğilimi olan insanlar üzerinde yapılan bazı araştırmalar, beyinde saldırganlık hissi uyandıran bir suç genine işaret ediyor. Bu teori kanıtlanırsa insanlar korktukları bir gerçekle, yani genetik mirasla yüzleşmek zorunda kalabilir mi?

The New York Times: “Sadakat ile adalet, yalan ile gerçek arasında sıkışıp kalan çaresiz bir babanın, oğlu için verdiği duygu yüklü mücadelesini okuduktan sonra, uzun süre etkisinden kurtulamayacaksınız!”

Publishers Weekly: “Son ana kadar dinmeyen heyecanı, büyüleyici anlatımı ve şok edici sonuyla insanı sarsan bu roman gibisi on yılda bir karşımıza çıkar… Muhteşem ve unutulmaz bir suç hikâyesi okumaya hazır olun.”

Lisa Gardner: “Genetik Miras kesinlikle yıldızları hak eden, birinci sınıf, hassas ve insanı içine çeken türden bir roman.”

John Lutz: “Büyüleyici bir anlatıma sahip bu roman, son yılların en iyileri arasında olmayı hak ediyor.”

Nicholas Sparks: “Zekice kurgulanmış, çok yönlü ve heyecan verici bu roman aile hayatının karmaşıklığını ve hayret verici kırılganlığını bir arada sunan başarılı bir kurguya sahip.”

Lee Child: “William Landay gerçekçi diyaloglar yaratmadaki büyüleyici yeteneğini, hepsinden öte bir koca, bir baba olmanın ne demek olduğunu bize unutulmaz bir hikâye içinde sunuyor. Kendinize bir iyilik yapın ve bu romanı mutlaka okuyun.”

1. Bölüm: Ceza Hukuku’ndan Yansımalar

“Ceza Hukuku’ndan beklentilerimiz konusunda gerçekçi olalım… (Çünkü) küçük bir zamanda yolculuk hilesiyle, üç milyon ya da aşağı yukarı o kadar yıl önce Afrika ovalarında, iki ayağının üzerine yeni kalkmış ve yiyecek arayan ilk insan Âdem ile tanıştığımızı hayal edelim. Şimdi, bu küçük, zeki yaratık için hangi kanunlardan bahsediyorsak, onu hayvan olarak görmemek de aynı kanunlara göre aptalca olacaktır.” REYNARD THOMPSON İnsan Şiddetinin Genel Teorisi (1921)

1 – Büyük Jürinin Önünde

Bay Logiudice: Adınızı söyleyin lütfen.

Tanık: Andrew Barber.

Bay Logiudice: Ne işle meşgulsünüz, Bay Barber?

Tanık: Bu ilçede 22 yıl bölge başsavcı yardımcısı olarak çalıştım.

Bay Logiudice: “Çalıştım,” dediniz. Şimdi ne iş yapıyorsunuz?

Tanık: Sanırım işsiz olduğumu söylemeye çalışıyorsunuz.

2008 Nisan’ında ayında Neal Logiudice büyük jürinin önüne çıkmam için beni mahkemeye çağırdı. Ama geç kalınmıştı. Davası için fazlasıyla geçti, kesinlikle; ayrıca Logiudice için de çok geçti. İtibarı toparlanamayacak şekilde sarsılmıştı, keza kariyeri de. Bir savcı, zarar görmüş bir itibarla ağır aksak da olsa bir süre daha işini yapsa da, ama meslektaşları kurtlar gibi onu gözetleyip duracağından bir süre sonra sürünün selameti için sürüden ayrılmaya zorlanırdı.

Buna daha önce pek çok kez şahit olmuştum: Bölge başsavcı yardımcısı bir gün yeri doldurulamaz biriyken, ertesi gün unutuluverir. Neal Logiudice (Lajudis diye okunuyor) için her zaman bir yumuşak karnım vardı. Bundan on iki yıl önce, hukuk fakültesini bitirir bitirmez başsavcının ofisine gelmişti. O zaman yirmi dokuz yaşındaydı ve kısa, ince telli saçları, biraz da göbeği vardı. Dişleri ağzına sığmıyordu; tıka basa doldurulmuş bir valiz gibi ağzını kapatmaya çalışırken suratını buruşturuyor, ekşitiyordu.

Jürinin karşısına çıkarken suratını görmemek için arkasında durmaya çalışırdım – kimse kendisiyle dalga geçilsin istemez– ama o bunu bilinçsiz yapıyordu. Jürinin önüne kafasını sallayarak çıkıyor ve bir öğretmen ya da rahip gibi dudaklarını büzüştürüyor, bu da karşısına geçtiği her jüri üyesinde aleyhine oy kullanması için gizli bir istek doğuruyordu.

Logiudice ofisteyken hem biraz beleşçi hem de kıç yalayıcıydı. Onunla dalga geçen çoktu. Diğer bölge başsavcı yardımcıları onu sürekli kullanıyor, hatta bununla da sınırlı kalmıyordu. Bir kol boyu mesafede çalıştığı polisler, kâtipler, sekreterler ve bir savcıyı küçümseyemeyeceği açık olan insanlar bile bunu yapıyordu. Onu Simpson’lardaki Milhouse’un adıyla çağırıyorlardı ve ismiyle binlerce yeni isim türetmişlerdi: LoGerzek, LoMankafa, Sid Vicious, Judicious vs vs.

Ama bana göre isminde sorun yoktu. O masum biriydi. İyi niyetle hareket edip insanların hayatlarını mahvediyor ve bir saniye bile durup arkasına bakmıyordu. Sadece kötü adamların peşine takılıp gitmişti, hepsi bu. Savcı hatasıydı bu – Ben onları savunduğum için, onlar kötü adamlar– ve Logiudice bu hataya düşen ilk kişi değildi, ben de onu dürüstlüğünden ötürü affetmiştim. Hatta onu seviyordum.

Anne babasının para ödediği kişiler dışında kimseyle, bu konudaki isteğine rağmen sağlıklı bir ilişki kuramamış bu adamı tuhaflıklarıyla, telaffuz edilemeyen adıyla, çarpık Dişleriyle sonuna kadar destekledim. Onda bir şey görmüştüm. Onca reddedilmeye karşı koyan güçlü bir havası vardı ve bu onu ayakta tutuyordu. Pek çok kişinin elinin altında olan şeylere sahip olmak için çok çabalaması gerektiğini bilen bir işçi sınıfı çocuğuydu. Bu açıdan bakıldığında, ama sadece bu açıdan, tıpkı benim gibiydi.

Şimdi, ofise gelişinden on iki yıl sonra, onca acayipliğe rağmen başarmıştı ya da başarmak üzereydi. Neal Logiudice başyardımcıydı, Middlesex bölge başsavcısının ofisindeki iki numaralı isimdi, bölge başsavcısının sağ koluydu ve baş avukattı. İşi benden öğrenmişti; bana bir keresinde şöyle demişti, “Andy, sen tam da bir gün olmak istediğim kişisin.” Bunun olacağını tahmin etmeliydim. O sabah büyük jürinin odasında, jüri üyeleri suratsız ve hezimete uğramış haldeydi. Hizmet etmekten başka bir şeye kafaları çalışmayan otuz küsur kadın ve erkek sıralara oturmuştu.

Şimdi işlerini daha iyi anlıyorlardı. Büyük jüriler aylar boyunca hizmet eder ve olayın ne olduğunu bir çırpıda öğrenirdi: Suçla, parmağınla göster ve suçlunun adını söyle. Büyük jüri süreci bir dava değildir. Salonda yargıç ve savunmak için avukat yoktur. Gösteri sahibi savcıdır. Bu bir soruşturmadır ve teoride jüri savcının sanığı mahkemeye taşımak için yeterli kanıta sahip olduğuna karar verirse, bu savcının hanesine yazılan bir artı puandır.

Eğer yeterli kanıt varsa jüri savcıya bir iddianame verir. Bu da üst mahkemeye alınmış bilet anlamına gelir. Eğer yoksa, “suçsuzdur” kararı verirler ve dava daha başlamadan biter. Pratikte suçsuzdur kararına ender rastlanır. Çoğu büyük jüri suçlar. Neden suçlamasın ki? Davanın sadece bir tarafını görüyorlar. Ama bu davada jüri üyelerinin, Logiudice’in bir müdahalesi olmadığını bildiğinden şüpheleniyorum. Bugün o günlerden biri değildi. Gerçek bulunmayacak, delil de çıkmayacak ve iş işten geçecekti. Şimdiden bir yıl geride kalmıştı bile; göğsüne üç dişli mızrakla açılan yaralar yüzünden ölen on dört yaşındaki çocuğun cesedinin ormanlık alanda bulunuşunun üzerinden on iki ay geçmişti. Ama sorun zaman değildi. Onun dışındaki her şeydi. Artık çok geçti ve büyük jüri bunu biliyordu. Ben de biliyordum. Sadece Logiudice kararlıydı. Kendine özgü tarzıyla dudaklarını büzüştürdü. Önündeki sarı renkli dava dosyasındaki notlarına göz gezdirdi ve bir sonraki sorusunu düşündü. Ona ne öğrettiysem onu yapıyordu. Kafasının içindeki ses bana aitti: Davanın zayıflığını asla kafana takma. Sisteme bağlı kal. Beş yüz küsur yıldır bu oyun nasıl oynanıyorsa aynı şekilde oynamaya devam et, çapraz sorgu denen aynı Adi taktiği kullan; yem at, tuzağa düşür, becer.

“Rifkinlerin çocuğunun öldürüldüğünü ilk ne zaman duyduğunuzu hatırlıyor musunuz?” diye sordu.

“Evet.”

“Anlatın.”

“Sanırım önce eyalet polisinden bir telefon geldi. Ardından iki telefon daha geldi, biri Newton polisinden, diğeri görevli bölge başsavcısından. Sırayı yanlış söylemiş olabilirim, ama hikâye telefonla başladı.”

“Ne zaman oldu bu?”

“12 Nisan 2007’de, sabah saat dokuz civarında, yani ceset bulunduktan hemen sonra.”

“Neden sizi aradılar?”

“Başyardımcı bendim. Bu bölgede olan her cinayeti bana bildirirlerdi. Bu standart prosedürdür.”

“Ama her davaya bakmazdınız ve size bildirilen her cinayeti bizzat soruşturmazdınız, değil mi?”

“Elbette hayır. O kadar zamanım yoktu. Ben çok azına baktım, diğerleri için bölge başsavcısı yardımcılarını görevlendirdim.”

“Ama buna siz baktınız.”

“Evet.”

“Bu olaya bakmaya hemen mi karar verdiniz, yoksa sonradan mı?”

“Hemen karar verdim sayılır.”

“Neden? Neden özellikle bu olayı istediniz?”

“Bölge Başsavcısı Lynn Canavan’la bir anlaşmamız vardı: Bazı davalara bizzat ben bakacaktım.”

“Ne tür davalara?”

“Yüksek öncelikli davalara.”

“Neden siz?”

“Ben ofisteki kıdemli avukattım. Önemli davalara hakkını vererek bakıldığından emin olmak istiyordu.”

“Bir davanın yüksek öncelikli olduğuna kim karar veriyordu?”

“Ben, öncelikle. Elbette bölge başsavcısıyla görüşerek, ama başta her şey çok hızlı ilerler. Genellikle toplantı yapmaya vakit olmaz.”

“Yani Rifkin cinayetinin yüksek öncelikli bir dava olduğuna siz karar verdiniz, öyle mi?”

“Evet.”

“Neden?“

“Çünkü bir çocuk öldürülmüştü. Sanırım bunun medyanın da ilgisini çekeceği düşüncesine kapıldık. O türden bir davaydı. Zengin bir şehirde yaşanmıştı ve zengin bir kurban vardı. Bunun gibi çok az davamız olmuştu. Gerçi başlangıçta tam olarak ne olduğunu da bilmiyorduk. Bazı açılardan Columbine katliamı gibi bir okul cinayetine benziyordu. İşin özünde ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu, ama büyük bir dava olduğunu hissediyorduk. Eğer küçük bir dava çıks

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.